Milletlerin
uygarlığının toplumda kadına verilen değerle ölçülebileceği tartışılmayacak bir
gerçektir. Bu olgunun yeterince anlaşılamadığı ya da değerlendirilemediği
dönemlerde, toplumlar gelişememiş ve ilerleyememişlerdir. Kadın, aile ve toplum
arasında bir köprü görevini görür. Sosyal sistemin ilerleyişine katkısı
büyüktür. Bu nedenle sadece çocuğun topluma hazırlanmasında değil, ailede
sağlıklı bir iletişim ortamının kurulmasında da etkilidir. Atatürk’ün
ifadesiyle; “kadın erkeklerden daha çok aydın, daha çok feyizli, daha fazla
bilgili olmak mecburiyetindedir”. Sosyal değişme sürecinde Türk kadınının
durumunu belirleyebilmek için bazı toplumsal özellikleri açıklamak gerekir. Bu
suretle Türk kadının kültürel kimliğinin ortaya çıkarılması da mümkün olabilir.
Türk kadının sosyal ve
siyasal boyutunu ele almak için öncelikle tarih içerisindeki durumunu ve
gelişim seyrini incelemek gerekir. Türklerin Orta Asya’daki varlığından
itibaren İslam dininin kabul edildiği 8. yüzyılın ortalarına kadar olan
dönemde, Türk kadını toplumsal konum bakımından büyük ölçüde erkekle eşitti.
Hun hakimiyetinin sürdüğü devirlerde devletin başı hakan, eşi hatun ile
birlikte devleti temsil ederlerdi. Türklerin ilk yazılı belgeleri olan Orhun
Kitabelerinde Türk kadınından saygı ile bahsedilir. Devlet ve milletle ilgili
önemli kararların alındığı kurultaylara hatunlar da katılır ve etkili olurdu.
Kadın erkekler gibi çok iyi ata biner ve kılıç kullanırdı. Yine bu dönemde evli
kadın kutsal sayılır, ona hakaret edenler şiddetle cezalandırılırdı. Bilinen
gelenek ve görenekler her yönüyle erkeklere denk olduklarını ispatlamaktadır.
8. yüzyılın başlarında
önceleri tek tek, daha sonra ise topluca İslam dinini kabul eden Türklerde, zamanla
Arap ve İran kültürünün etkileri kendini göstermiştir. Bilindiği gibi İslamiyet
Arap Yarımadasında doğmuştur. Dolayısıyla Arap kültürünün gelenek ve
göreneklerinden etkilenmiştir. Cahiliye devri Arap toplumunda kadın eşya
değerinde bir varlıktır. Bir erkek istediği sayıda kadınla evlenebilir, isterse
onları öldürebilir, hatta kız çocuklarını diri diri toprağa gömerdi. Buna
karşılık İslam dini evlilik kurumunu uygulamaya koymuş, eş sayısına bir sınır
getirmiş ve boşanma durumunda erkeği kadına nafaka ödemekle sorumlu tutmuştur.
Ancak dini kurallar doğru bir biçimde yorumlanmamış ve bu yorumlar İslamiyetin
ruhuna ve amacına uygun bir şekilde yapılmamıştır. Bu nedenle de kadın ikinci
sınıf insan olarak addedilmiş, çarşafa sokulup eve kapatılarak sosyal hayattan
men edilmiştir. Bu durum islam topluluklarına büyük zarar vermiştir.
Üzerinde Arap ve İran
geleneklerinin etkisinde bulunan islam kültürü, daha sonraları Türk
geleneklerine de entegre olmuştur. Osmanlı Devleti’nin ilk zamanlarında, saygın
bir yere sahip olan Türk kadını, bu statüsünü devletin yükselişiyle birlikte
kaybetmeye başlamıştır. Osmanlı Devleti’nin gerilemesi dış etkilerin daha yoğun
biçimde hissedilmesine yol açmış ve ileriki yıllarda eski Türk gelenekleri
giderek zayıflamıştır. Arap ve Bizans kültüründen gelen harem yaşamının saraya
girmesi, sarayın 15. yüzyılda padişahın emriyle haremlik ve selamlık olarak
bölünmesine neden olmuştur. Bu sistem kısa sürede ev içi hayatına da
yansımıştır. Buna rağmen, Anadolu’nun kırsal kesiminde Türk kültürüne uygun
yaşama biçimi hala devam etmiştir. Nitekim köy hayatı yaşayan ailelerde kadın
erkekten daha fazla tarlada çalışmakta ve üretime katkıda bulunmaktadır.
Tanzimatın ilanı ile
birlikte, Osmanlı Devleti üzerinde Batılı devletlerin etkisi arttı. Bu dönemde
sosyal ve siyasi hayatta yenileşme hareketleri hızlandı. Hazırlanılan kanunlar
ve düzenlemeler Osmanlı toplumunun batılılaştırılması amacıyla yapılmıştır.
Osmanlı aydınları arasında kadın ve kadın hakları meselesi tartışılmaya
başlandı. Öncelikle kadınların eğitimi giderek artan bir önem kazanmış ve
sağlıklı bir gençliğin ve milletin, sadece iyi eğitilmiş annelerin yardımı ve
rehberliğiyle yetiştirilebileceği hususunun bilincine varılmıştı. 1850’lerden
itibaren kızlar için ilkokullar ve ortaokullar açıldı; bunları kız sanat ve
öğretmen okulları izledi. Meşrutiyet dönemlerinde ise aile hukukunda olumlu
yönde değişikler başlatılmıştır. Bu dönemde kadınlar için gazeteler ve dergiler
yayınlanmaya hatta bu gazetelerde kadınlar da yazmaya başlamıştır. İlk kadın
yazarımız Fatma Aliye’dir. Bazı Türk yazar ve düşünürleri örneğin; Şinasi,
Namık Kemal, Tevfik Fikret ve Hüseyin Rahmi gibi yazarlar kadın ve erkek
arasında eşitliği savunmakta ve çok eşliliğe karşı gelmekteydiler. Yine ünlü
bir kadın yazar olan Halide Edip, aynı zamanda siyasal bir liderdi ve Milli
Mücadeleye aktif olarak katılan “İlk Kadın Onbaşı ” lakabını almıştı.
Birinci Dünya Savaşı
sonunda ülkenin İtilaf Devletleri ve onların desteklediği Yunanlılar ve
Ermenilerin işgali, işgal altındaki yerlerde halka yapılan soykırım ve zulüm
Türk Halkını galeyana getirmiş, başlatılan Milli Mücadele’de kadınlar çeşitli
faaliyetlerde bulunmuşlardır. Bu faaliyetler daha çok “Mitingler düzenlemek,
toplantılar yapmak, yardım toplamak, silahlı birlikler oluşturmak, cephane
imalathanelerimizde çalışmak, kağnı kollarında görev yapmak” şeklinde
görülmüştür. Hatta Uşak bölgesinde de İbrahim Tahtakılıç’dan edinilen bilgilere
göre cephe gerisinde ordunun ihtiyacının temini için evlerde kadınlar bulgur
yarılmasından, çorap örülmesine kadar değişik konularda mücadeleye destek
vermiştir. Ankara Ulus Meydanı’nda omuzunda mermi taşıyan Türk kadını heykeli
gelecek nesillere Türk kadınının Kurtuluş Savaşı’ndaki hizmetini, neler
yapabileceğini kanıtlayan bir simgedir.
Halide Edip anılarında,
Milli Mücadele yıllarında halkı bilinçlendirmek, vatan meselelerini anlatmak
için yaptığı toplantılardan birinde karşılaştığı bir olayı şöyle anlatır:
“Salonda İstanbul ve Ankara kadınları ile birlikte köylü kadınlar da vardı.
Onlara Türkiye’nin içinde bulunduğu durumu açıkça anlattım. Konuşma bitince
yanıma yaklaşan bir köylü kadını: Senin ne dediğini anladığımı söylemek
istiyorum. Benim Darülmalumatta bir kızım var. O da hizmet edecek. Ben fukara
çamaşırcı kadınım. Ona tahsil verebilmek için her gün çalışıyorum. O da bir gün
öğretmen olacak, senin konuştuğun gibi konuşacak. Benim oğlum Çanakkale’de
öldü. Ağlamıyorum, işimi bırakmıyorum, çünkü kızıma tahsil veremem. Sonra koynundan çıkardığı parayı Hilal-i
Ahmer’in yaralarına diye uzattı. Birbirimizin gözünün içine bakıyorduk. O ana
kadar Türkiye’nin geleceğine bu kadar kuvvetle iman ettiğimi hatırlamıyorum.
Böyle bir unsur mevcut oldukça memleketimiz için her türlü cefa ve fedakarlık
azdır bile..” Adı bilinmeyen yüzlerce kahraman dışında on yıl kadar şehir
merkezimizin göbeğinde heykeli bulunmuş olan Kara Fatma’dan da bahsetmeden
geçemeyeceğim. İstiklal Harbi başlangıcından, Anadolu’nun düşmandan
temizlenmesine kadar Erzurum’dan Afyon’a, savaşların çoğuna katılmış olan Kara
Fatma 4 defa yaralanmış, Afyon yakınlarında Yunanlıların elinde on dokuz gün
esir kalmıştır. Kara Fatma hizmetleri karşılığında önce çavuşluk, daha sonra
teğmenlik ve en Üsteğmenlik rütbesine
layık bulunmuştur. Daha sonrada üsteğmenlik maaşını Kızılay’a devretmiştir.
1944 yılında yayınlanan hatıratında “maaşını Kızılay’a devretmekle son vatani
vazifesini” de yaptığını belirtmektedir.
Türk İstiklal Savaşına
katılan kadınlar için Atatürk, 1923’de Konya’da yapmış olduğu konuşmasında;
“Onlar kendi fedakarlıkları ile ilahileşmiş Anadolu kadınları ellerinde süt
çocuklarıyla bu büyük mücadelede bize yardım etmişlerdir, dünyanın hiçbir
yerinde hiçbir milletinde Anadolu köylü kadınının üstünde kadın çalışmasını
söylemek mümkün değildir ve dünyada hiçbir milletin kadını “Ben Anadolu kadınından daha fazla çalıştım,
milletimi kurtuluşa ve zafere götürmekte Anadolu kadını kadar emek gösterdim
diyemez”. Sözleriyle cesaret ve hizmetlerini takdir etmektedir.
1923 yılında Cumhuriyetin
ilanından sonra, Atatürk, Türkiye’yi modernleştirmek ve çağdaş uygarlık
düzeyine ulaştırmak amacıyla bir dizi reform hareketine girişmiştir. Atatürk’e
göre, önceden de milletimiz yenileşmeye teşebbüs etmiştir. Fakat bir fayda
görülmemiştir. Bunun nedeni ise temelinden başlanmamış olmasıdır. Cumhuriyet döneminde
ise toplum bütün yönleriyle ele alınmıştır. Kadın haklarının tanınması ise, en
önemli inkılaplardan biriydi. Atatürkçülük’te, kadın haklarına dönük olarak
dikkati çeken en belirgin özellik, kadın-erkek ayrımını ortadan kaldırarak
hepsini “insan” kelimesi içine almış olmasıdır. Diğer tüm inkılapların
başarısı, büyük ölçüde bunun başarısına bağlıydı. Böylece, Türk kadınlarının
toplumdaki yeri tümden ve kökten bir değişikliğe uğramış oldu. Özellikle eğitim
ve hukuk alanında yürürlüğe giren yasalar, kadın hak ve sorumluluğunun
belirlenmesine öncülük etmiştir. Yapılan yasal düzenlemeleri ve Atatürk’ün
gerçekleştirdiği temel reformları şöyle sıralayabiliriz:
3 Mart 1924 yılındaki 430
sayılı Tevhid-i Tedrisat (Öğretimin
Birleştirilmesi) kanunu ile eğitim merkezileştirilmiştir. İlkokul kız erkek ayrım yapılmadan herkese
zorunlu hale getirilmiştir. Bu sayede kız çocuklarına ilkokul ile birlikte lise ve yükseköğrenim fırsatı verilir.
Öğretimde müspet bilimler esas alınır. Eğitimde cinsiyet ayrımı olmaksızın eşit
olarak Türk kadının çağdaşlaşması yolunda önemli adımların önü açılacaktır.
Kadın nüfusunun okur yazarlık durumuna bakıldığında, 1935 yılındaki ilk nüfus
sayımında kadınların %90’nın okuma-yazma bilmediği görülmüştür. Bu oran 1990’lı
yıllarda ise %22 orana düşmüştür. Bu rakamlar gidişin iyi olduğunu göstermesine
rağmen 21.yüzyıla girilirken halen okuma-yazma bilmeyen insanın bulunması,
karamsar düşünceye sevk etmektedir. Bu oranların Türkiye’nin doğusu ile batısı
arasında da farklılıklar göstereceği
dikkatten kaçmalıdır.
Türk kadını nasıl ki eğitim alanında gelişmesini Cumhuriyet’in ilk
yıllarında yapılan reformlarla sağladı ise, hukuk açısından da 17 Şubat 1926
yılında kabul edilen Türk Medeni Kanunu ile yasal haklarını elde etmiştir.
İsviçre Medeni Kanunu’ndan uyarlanan Türk Medeni Kanunu, kadının insanca ve
uygarca yaşamasına yönelik eşitlik kurallarını içermektedir. Bu kanun erkeğin
çok kadınla evliliğini yasaklamaktadır. Erken yaştaki evlilikleri de yasal
düzenlemeye almıştır. Evlilik müessesesinin oluşturulmasında birtakım kurallar
getirilmiştir. 1926 Türk Medeni Kanunu’nun bazı maddeleri zaman içerisinde
günümüz koşullarına uygun olarak değişikliklere uğramıştır. 1991 yılı
göstergeleri Türk kadınının Medeni durumunu yasaların gerektirdiği ölçüde
kullandığını belgelemektedir. Örneğin, evli kadınların %98.4’ü tek eşlidir.
Türkiye’de evlilikler modern çağa uygun olarak gerçekleştirilmektedir. Evli
kadınların %80.4’ü hem resmi hem de dini nikahlıdır.
Türk kadının evlilik yaş
ortalamasının da zaman itibariyle yükseldiğini görüyoruz. 1990’larda evlilik
yaş ortalaması 18.2’ye yükselmiştir. Bu yaş sınırının yükselmesi kadın
nüfusunun bilinçlenmesi ile doğru orantılıdır. Bu bilinçlenme sonucu akraba
evliliği yapmayan kadın nüfus oranı da %78.9’lara çıkmaktadır.
Türk kadınına seçme ve
seçilme hakkı verilmesi de yine Atatürk reformlarının bir sonucudur. Üç aşamada
sağlanan bu haklar ile Türk kadını siyaset sahnesinde kendine yer
bulabilmiştir. Bundan önce de 1923’de yazar Nezihe Muhittin’in başkanlığını
yaptığı “Kadınlar Halk Fırkası” adında ilk kadın partisi kurularak ilk siyasi
oluşum meydana getirilmiştir. Fırka esas amaç olarak; siyasi bir görünümde
olmakla birlikte kadınların eğitim ve sosyal alanlarda ki eksikliklerinin
ortadan kaldırılması için çalışmıştır.
Türk Kadınına 1930’da belediye seçimlerine, 1933’te muhtarlık ve ihtiyar
heyetine, 1934’te de milletvekilliğine seçme ve seçilme hakkı verilmiştir.
Bütün bu sosyal ve siyasal haklarını Türk kadını günümüze kadar layıkiyle
kullanabilmiş midir? Bu soruya olumlu cevap
vermek zordur. Örneğin milletvekilliğine seçme ve seçilme hakkını
kazanan kadın 1935 yılındaki ilk seçimlerde meclise 18 kadın parlamenter
sokabilmiştir. Bugüne kadar yapılan seçimlerde hiçbir dönemde bu sayıya
ulaşılamamıştır. Bu durum Türk kadınının çağdaş uygarlık seviyesi içerisindeki
yerine yavaş adımlarla ilerlediğinin açık bir göstergesidir. Kadının siyaset
sahnesinde az temsil edilmesinin temelde üç nedeni vardır; Bunlardan ilki,
Türkiye’nin sosyo-kültürel yapısı itibariyle egemen gücün erkeğin elinde
olmasıdır. Diğer sebep ise, kadın eğitiminin yetersiz olmasıdır. Son olarak
da, toplumsal şiddet olaylarının kadın
kesimine daha fazla etki etmesini söyleyebiliriz.
Atatürk’ün 1923’lerden
itibaren üzerinde titizlikle durduğu ve uygulamaya koyduğu kadın hakları için
dünya ancak 1975 yılında birlik olarak çaba sarf etmek gereğini duyacaktır. Bu
yılı “Kadın Yılı” olarak ilan edecektir. Bunun yanısıra, Türk kadını çoğu batı ülkesinden de daha önce
siyasal haklarını elde etmiştir. Almanya kadın hakları konusunda çalışmaları
1848’de başlatmış ve ancak 1918’de seçme hakkını sağlamıştı. Fransa’da ilk
kadın bakan 1936’da atanmıştır. İtalya’da mecliste kadınlar ilk kez 1948
yılında temsil edilmişti. Japonya’da kadınlar bu hakkı 1950’de, İsviçre’de ise
ancak 1971’de elde ettiler.
Atatürk tarafından
gerçekleştirilen bir diğer önemli devrim de giyim konusundaydı. 1925 yılında
kadınların kıyafetleri konusunda şöyle demekteydi; “Kadınlarımızın yüzlerini
dünyaya göstermelerine izin verelim ve dünyayı daha yakından görüp
tanıyabilmeleri için, gözlerini açmalarını sağlayalım! Bunda korkulacak bir şey
yoktur. Bu önüne geçilemeyecek bir gelişmedir. Bu yolda atılacak olumlu
adımlar, milletimiz için daha başarılı sonuçlar almamızı sağlayacaktır”.
Daha önceleri yalnızca Müslüman olmayan kadınlar sahneye çıkabilirken, ilk
kez Müslüman kadınlar tiyatro sahnelerinde gözükmeye başladı. Atatürk’ün
desteği ile manevi kızlarından Sabiha Gökçen hanım dünyanın ilk kadın savaş
pilotu olarak Dersim harekatına katılmıştır. 1932’de ilk güzellik yarışması
yapıldı ve birinci seçilen Keriman Halis 1933 yılında Dünya Güzeli seçilmiştir.
Daha dün peçe altından dünyaya bakabilen Türk kadının çeşitli uluslararası bilimsel, sosyal ve kültürel yarışmalara katılması
ve ilk sıraları almasının arkasında da şüphesiz Atatürk bulunmaktadır. 1935
yılında İstanbul’da kadın hakları konusunda ilk Uluslararası Kongre onun
girişimiyle toplanmıştır.
Cumhuriyet döneminden
sonra Türk kadını eş seçme, meslek seçme gibi aile içi kararlarda da önemli bir
rol elde etmiştir. Türk ailesinin tipik bir özelliği olarak kadının yeri ve
rolü, erkeğe göre bir eşitlik şeklinde gelişmemiştir. Gelenek ve
göreneklerimizden kaynaklanan kadına saygı kadar, aile reisi olan erkeğe
bağlılık ve dayanışma da yerinde kalmıştır.
1926 yılından bu yana
yürürlükte olan Türk Medeni Kanunu kadın erkek eşitliğini teorik olarak
sağlamıştır. Uygulamaya baktığımızda ise, özellikle kırsal kesimde ve eğitimden
nasibini alamamış kadınlar üzerindeki bazı eşitsizlikler halen mevcuttur.
Yapılan reformlardan genellikle eğitim görmüş, bilinçli şehir kadınları
faydalanmışlardır. Fakat şehir kadınları da görünüşte eşit gibidirler. Örneğin;
yakın zamana kadar kadının çalışması erkeğin iznine bağlı olarak gerçekleşirdi.
Bu ve buna benzer bazı maddeler son zamanlarda günün koşullarına uygun olarak
değiştirilmiştir. Çalışma hayatına atılan kadından beklenen, geleneksel
rollerini aksatmadan sorumluluklarını yerine getirmesidir.
Kadının gelişiminde daha
önce de söz edildiği gibi erkeğin tutum ve tavırları da etkin olmaktadır.
Erkeğin eğitim düzeyinin düşük olması kadının aile içi ve toplumdaki rolünün ve
statüsünün önemini yeterince kavrayamaması, kadının günümüz toplumunda layık
olduğu yeri almasında bir başka engel olarak karşımıza çıkmaktadır.
Bugün Türk kadını
uluslararası platformlardaki anlaşma ve sözleşmelerle de güvencededir. Yetmiş yedi yıllık genç Cumhuriyetimizde,
Türk kadını her alanda kendini göstermektedir. Çalışma yaşamının hemen her
alanında Türk Kadını vardır.
Atatürk’ün manevi
kızlarından Prof. Dr. Afet İnan’a göre, çağdaşlaşmada Türk kadınına iki türlü
görev düşmektedir. Biri, kendi haklarını ödev karşılığı kullanmak, diğeri ise
bunları bilmeyenlere geniş halk kitlelerine anlatmak. Bu minval üzere sonuç
olarak; Türkiye’de öncelikli olarak kadınların okur-yazarlık oranının
artırılması, her kadının ekonomik olarak özgürlüğünün sağlanması, sosyal ve
siyasi alanda aktif hayatın içine çekilmesi gibi faaliyetler Türk kadınını
layık olduğu yere getirecektir.
ATATÜRK'E
GÖRE KADININ TÜRK TOPLUMUNDAKİ YERİ
Toplum içinde kişi
hürriyetlerinin sınırı, bu hürriyetin toplumun huzuru ile ilişkisi, üzerinde
durulacak hususlardır. Kişi, aile, toplum ve millet hayatı, önemli bir bütün
oluşturur.
Kadının toplumdaki yeri
yüksektir, şereflidir.“Şuna inanmak gerekir ki, dünya yüzünde gördüğümüz her
şey kadının eseridir.” diyenAtatürk, ailenin ana ögelerinden birini oluşturan
kadının bizdeki anlamını “TürkiyeCumhuriyeti’nde kadın,Türk tarihinde olduğu
gibi bugün de en saygın yerde, her şeyin üstünde yüksek ve şerefli bir
varlıktır.” şeklinde tanımlamış, kadının yeri ve görevini de şöyle
belirtmiştir:“Kadınlarımızın her millette olduğu gibi, bizim milletimiz için de
ne kadar yüksek önemi olduğunu söylemeye gerek yoktur.Bizim milletimizde kadın,
eskiden bu önemi gerçekten en yüksek derecede kazanmıştır. Büyük atalarımız ve
onların anaları, tarihin, olayların şahitliği ile ispatlanmıştır ki gerçekten
yüksek erdemler göstermişlerdir. Burada birçok noktalardan sayabileceğimiz o
erdemlerin en büyüğü ve en önemlisi, değerli evlâtlar yetiştirmeleriydi.
Gerçekten Türk milletinin bütün
dünyada yalnız büyük ezici gücünü göstermiş olması, görkemli savaşlar yapmış
bulunması hep böyle değerli ataların erdemli evlâtlar yetiştirmesi ve daha
beşikten çocuklarının ruhuna mertlik ve erdem aşılaması sayesinde olmuştur.“
Atatürk’ün bu sözleriyle tarihteki önemi vurgulanan Türk kadını çalışma
hayatımızda erkeğe ortaktır. Tüm çalışma hayatında kadın, erkeğin en büyük
yardımcısıdır.
Atatürk bu düşüncelerini
şöyle belirtmiştir:“Daha esenlikle, daha dürüst olarak yürüteceğimiz yol
vardır.Bu yol, büyükTürk kadınını çalışmamıza ortak yapmak, hayatımızı onunla
birlikte yürütmek, Türk kadınını bilimsel, ahlâkî, sosyal, ekonomik hayatta
erkeğin ortağı, arkadaşı, yardımcısı ve destekleyicisi yapmak yoludur.”Bu
düşünce yapısı, Türk toplumunda bir insan olarak kadına kişilik vermiş,
ekonomik, sosyal ve siyasî hayattaki yerini belirlemiştir.
Toplumun ilerlemesi,
gelişmesi ve çağdaş uygarlık düzeyine ulaşabilmesi içinTürk kadınının bu
niteliklere sahip olması gereklidir.
BOŞANMA SEBEPLERİ
Sağlıklı ailenin korunması devletin Anayasa ile belirlenmiş görevleri
arasındadır.
Toplumun temeli durumunda
olan ailenin insan neslinin sağlıklı devamı için bir “yuva” ve bireylerin
fiziksel ve ruhsal yönden güven duyabilecekleri bir sığınak olarak fonksiyon
icra edebilmesi için karı-kocadan ve varsa çocuklardan oluşan bir birlik
niteliğinde olması, devlet ve çevre tarafından uygun bulunması (desteklenmesi)
ve sağlıklı ilişkilere yer vermesi gereklidir.
Sağlıklı bir ailenin kurulabilmesi için her şeyden önce sağlıklı bir
evlilik gerçekleştirilmiş olmalıdır. Sağlıklı evlilik; eşlerin birbirini
yeterince tanıdığı, hür iradeleriyle birbirine denk bulduğu, geleceğe yönelik
önemeli konuları önceden karara bağladığı, duygusal olarak yakınlaştığı
evliliktir.
Boşanma resmi sicile tescil
edilmesi ve geçerli bir evliliğin, eşlerden birinin talebi üzerine hakim kararı
ile sona erdirilmesi ve aile birliğinin kendinden beklenen faydaları
sağlayamaması ve dağılması sonucunu doğurduğu için sosyal yönden doğru
karşılanmaması gereken bir olgudur.
Evliliğin gerçekte
gerekmediği halde boşanma ile sona ermesini önlemek ve boşanma kararını sadece
bitirilmesi gereken evlilikler için vermek, boşanmaları azaltmanın en önemli
yollarından biridir.
0 yorum:
Yorum Gönder